Kurban bayramını da vesile kılarak arkadaşlarla uzun bir süre sohbetinden uzak kaldığımız Cuvapçı Memet agayı ziyaret ettik. İkram edilen tavşan kanı çaylarımızı yudumlarken Abdullah Hocam sohbeti aralayan ilk sorusunu sordu. ‘Memet Aga, son zamanlarda sık sık duyduğumuz ve her olumsuzluğun nedeni ve çaresi olarak gösterilen Liyakat kelimesi hakkında neler söylersiniz?…
Memet Aga sorumuza yaşanmış bir hikayeyi anlatarak cevap vereceğini söyleyerek sohbete koyuldu…
‘Nazilli Tren istasyonu… Treni karşılamak için bekleyen insanlar. Bir yaz günü ve güneşli bir hava. Ankara’dan gelen trenin son vagonundan İsmet İnönü iner. Peronda kendisini karşılayan insanların elini sıkarken bir çocuk ilişir gözüne beş altı yaşlarında çocuk elinde testi ve bardakla su satmaktadır. Çocuktan su isteyen İnönü, bardağı teslim ettikten sonra kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlayıp başını çevirdiğinde, çocuğun yerinde olmadığını görür.
İsmet İnönü’nün kasabaya geliş nedeni Kurtuluş Savaşında işgal ordusuna karşı savaşan ‘Mahmut’un Ali Efe’yi ziyaretti. Efenin evine gelen İnönü, Nazilli İstasyonunun kalabalığında bir an görüp sonra kaybolan su satan çocuğu Mahmut’un Ali Efe’nin kapısının önünde kendisini gülümseyerek karşıladığını gördüğününde çocuğa adını sorar. Çocuk Efenin komşusu Terzi Mustafa Bey’in oğlu ‘Hulusi Samimim’ efendim der. Hulusi Samim bu anı hiç unutmayacaktır. Çünkü İnönü okul masrafları için kendisine 100 TL vermiştir.
Babası terzi olduğu için ‘Kesim’ soyadını alan, Nazilli ilk okulunu bitiren Hulusi Samim, girdiği öğretmen okulu sınavlarında Türkiye birincisi olur. Eski bir köy Enstitüsü olan Ortaklar Öğretmen okuluna kaydolur. Hulusi Samim mezun olduktan sonra öğrencileri ile buluştuğu ilk okulu Aydın’ın Akça ilçesinin Kılavuzlar köyüdür. Ardından Diyarbakır’ın Kayagediği köyüne atanır.
Başarılarından dolayı M.E.B lığının Halk Eğitim Müdürlüğünde görev yapmak üzere Ankara’ya davet edilir. Bakanlıktaki görevini fırsat bilerek. Ankara kamu yönetimine kayıt yaptırır. Bu görevlerde iken ilk ve ortaokullarda okutulan ders kitaplarını kaleme alır.
Hulusi Samim, okuyan üç çocuğunu babalarının mesleğini okullarında söylememeleri konusunda sıkı sıkıya uyarır. Bakanlıktaki görevinden dolayı öğretmenlerin farklı davranmalarını istemediği için hiçbir veli toplantısına dahi gitmez.
Çocuklarıyla daha çok eşi Saliha Öğretmen ilgilenmektedir. Ama en küçük çocuğu Feray lise mezuniyet töreninde sahnedeyken salonun en arkasından, gözlerden uzak bir köşede kendisini seyreden babasını fark edecektir.
Hulusi Samim, Öğretmen Kız Meslek Liselerine alınacak dikiş makineleri için görevlendirilir. Açılan ihaleyi kazanan firma Hulisi Samim Beyden ev adresini ister. Neden diye sorduğunda, hediye olarak o yıllarda çok zor satın alınan bir televizyon gönderecikleri cevabını alır. O an, elindeki tüm belgeleri yırtar ve ihalenin iptal edildiğini söyler.
Gazi Üniversitesi Müzik Öğretmenliği bölümünde okuyan kızı Feray, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmurlu günde önünden geçen arabaların yağmur sularını üstüne sıçratması yetmediği gibi, belediye otobüsünün de durağa gelmesi gecikmiştir. Babasının arabasının geldiğini görünce rahat bir nefes alır. Sıkıntısı sona erecek, ıslanmak bir yana, soğuk kış günü üşümekten de kurtulacaktır.
Araba durur, arka cam usulca aşağı doğru açılır. Camdan bir şemsiye uzatılır. Şemsiyeyi uzatan Hulusi Samim Bey ‘Al kızım’ diye seslenir. Camı kapanan araba uzaklaşır duraktan.
Eve uzun bir süre sonra sırılsıklam dönen Feray babasına dargın ve kızgın bir dille seslenir: Baba, ne yaptın sen bu akşam?
-Ne yaptım kızım.
-Yağmur altında ıslandığımı gördüğün halde beni arabana almadın.
-O araba benim değil ki kızım, devletin. Benim olan şemsiyeydi ve yağmurdan korunman için onu sana verdim.!…
Hikayeyi tamamlayan Memet Aga soğumuş çayından bir yudum alırken çocuklar dedi ‘İnsanlar okuduklarında yada dinlediklerinde aradıklarını buldukları yazıları ya da bu türlü hikayeleri niçin seviyorlar. İnsan hafızası, kalpte karşılığı olan izleri özlüyor. Ne arıyoruz. Aranan şey kaybettiklerimizdir. Kaybettiklerimizi arıyoruz. Size anlatmış olduğum bu biyografi ve şemsiye hikayesi aslında liyakati anlatıyor.
Liyakat, bir kişinin kendisine iş verilirken güven duyulmasını sağlayan kalitesi o işe layık olması anlamına geliyor.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerinden en önemlisi ‘Kaht-ı rical’ dir yani devlet adamı kıtlığıdır. Adam derken kastettiğiniz yetişmiş, liyakat sahibi oturduğu koltuğu dolduran, makamının gerektirdiği donanımlara sahip devlet adamı…
Elbette herkesten başarılı olmasını bekleyemeyiz. Dünyada herkese yetecek kadar zafer de yok. O zaman aklınıza tıpta geçerli olan latince bir terim geliyor. ‘Nil Nocore’ Aman zarar verme yurttaş olarak faydalı olamıyorsan zararın da olmayacak.
Kutsal kitabımız ‘İş ehline verilmezse kıyameti bekle’ diyor. Dinimizin hiçbir yerinde liyakat nişanı olarak ‘Bizden’ tanımı yapılmamış. Liyakatın kaybettiği, adamcılığın kazandığı süreçler bir toplumu adım adım felakete sürükler. Liyakat sadece kamuda aranan bir kavram olmaktan çıktı. Sadece iyi siyasetçi, iyi bürokrat aramıyoruz. İyi gazeteci, iyi kasap, iyi usta, iyi manav, iyi sanatçı,iyi şair de arıyoruz.
Liyakatın yasalara uygun olması da yetmiyor teamüle uygun ve yakışır olması da lazım. Bir kamu bankasının yönetim kurulu üyeliğini yapabilmeye dair hiçbir donanıma sahip olmadığı halde Olimpiyat Şampiyonu bir güreşçinin bu göreve getirilmesi yasalara uygun olabilir ama etik değildir liyakat aynı zamanda adalettir. Adalet de Mevlana’nın dediği gibi bir şeyi yerli yerine koymaktır.
Çocuklar görüyorsunuz, izliyorsunuz yaşayanların değeri liyakatle, ölmüşlerin değeri geride bıraktıklarıyla ölçülüyor. İz bırakanlar da var is bırakan da. Son olarak şununla sözleri bağlamak isterim; Bu güzel ülkenin insanları olarak gündelik siyasetin bulanık sularına girmeden umudumuzu canlı tutalım. Müstehak olduğumuzla değil, layık olduğumuzla yönetilelim inşallah.
Memet Aga’ya bu güzel sohbeti için teşekkür ettik. Yeni konularla, tekrar görüşmek buluşmak üzere vedalaştık…